Ortadoğu’nun kozmopolit etnik yapısıyla dikkat çeken ülkesi Lübnan, Fransa, Suudi Arabistan ve İran’ın etkinlik çabaları nedeniyle bir türlü istikrara kavuşamıyor.
Tarihi milâttan önce 3000 yıllarına kadar götürülebilen Lübnan, Fenikeliler, Asurlular, Bâbilliler, Persler ve Makedonya Krallığı gibi birçok kavim ve devletin ardından milâttan önce 64’ten itibaren Roma İmparatorluğu’nun, daha sonra da Bizans’ın hâkimiyeti altına girdi.
Hem Akdeniz ticaretinin hem Suriye üzerinden bütün Asya ticaretinin yönlendirildiği Lübnan toprakları Roma ve Bizans İmparatorluğu’nun da en hareketli bölgeleri arasında yer alırken, Avrasya ticaretinin önemli temas noktalarından birini oluşturan sahil şehirleri İslâm döneminde de aynı işlevini sürdürdü.
Yermük Savaşı’ndan sonra İslâm orduları günümüz Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin topraklarına hâkim oldu. Emeviler ve Abbasiler’in akabinde ise, bölge Fatimilerin, Tolunoğulları’nın ve İhşidlerin etkisi altına girdi.
Uzun bir süre Memlükler ile Haçlılar arasında yaşanan savaşlar, Lübnan toprakları üzerinde cereyan etti. Memlük hakimiyeti Ekim 1516’da sona ererken, bölge için Osmanlı dönemi başlıyordu.
Osmanlı idaresine oldukça uzak bir konumda olan Lübnan, iç çekişmelerin sıklıkla yaşandığı, yönetimin el değiştirdiği bir bölge olarak öne çıktı. Bu döneme hâkim güç Dürzi’lerdi.
18’inci yüzyılın sonlarına doğru uzun süre devam eden Dürzi hâkimiyeti azalırken, Avrupa ile geliştirdikleri ticarî, dinî ve kültürel ilişkilerin de etkisiyle Hristiyan Mârûnîler’in gücünü hissedilir derecede arttı.
Öyle ki bölgede artan misyonerlik faaliyetleriyle birçok büyük aile Hristiyanlığı kabul etti, Dürzi köylerine Maruniler yerleşmeye başladı, Suriye içerisinden Hristiyanlar bölgeye göç ettirildi.
1775’te Cezzâr Ahmed Paşa’nın Sayda Valiliği’ne tayin edilmesiyle de yeni bir dönem başlamış oldu. Esasen, Fransızların askeri olarak bölgeye müdahale etme çabaları da bu dönemde hız kazandı.
1822-1825 yıllarında meydana gelen Hristiyan Şihâbîler ve Dürzî Canbolatlar arasındaki mücadele, Canbolatlar’ın kaybetmesi ve liderleri Beşîr Canbolat’ın Akkâ’da idam edilmesiyle yeni bir boyut kazandı. Bu olaylar, Mârûnîler ile Dürzîler arasında uzun süre devam edecek olan rekabetin önemli bir aşaması oldu.
Henüz Tanzimat politikalarının uygulanamadığı Lübnan doğrudan merkeze bağlanmaya çalışıldı ve bu amaçla Ömer Paşa vali olarak tayin edildi. Bölgedeki yabancı nüfuzunun iç gelişmeleri etkileyecek boyuta geldiği bu dönemde Ömer Paşa’nın Dürzîler’i ve Hristiyanları yeni yönetim anlayışına kazanma gayretlerinin başarılı olmayacağı anlaşılınca Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya ve Rusya’nın da desteğini alan yeni bir sistem uygulanmaya başlandı.
Buna göre Lübnan iki idarî bölgeye ayrılacak, kuzeydeki Mârûnî bölgesinde Mârûnî bir kaymakam, güneyde ise Dürzî bir kaymakam görev yapacaktı. Böylece emirlik sistemi dönemi sona ermiş ve “çifte kaymakamlık” adı verilen yeni bir dönem başlamış oldu.
Ancak bu dönem de fazla uzun sürmedi, bölgede çatışmalar tekrar başladı. Avrupa’nın fiilî müdahalesini önlemek üzere Osmanlı Hariciye Nâzırı Keçecizâde Fuad Paşa fevkalâde yetkilerle donatılmış olarak 3000 askerle birlikte Lübnan’a geldi. Lübnan ve Şam’da olaylarla ilgili sorumlu gördüğü Şam Valisi Müşir Ahmed Paşa dahil çok sayıda kişiyi idam ettirdi. Fuad Paşa’nın sert tedbirleri, Fransızlar’ın Hristiyanları koruma gerekçesiyle Beyrut’a asker çıkarmalarını önleyemedi.
Bu ise diğer Avrupa devletlerinin bölge ile daha yakından ilgilenmesine sebep oldu. Ekim 1860’ta Fuad Paşa’nın başkanlığında İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya ve Rusya temsilcilerinin katılımı ile Beyrut’ta başlayan müzakereler aylarca devam etti. Sonunda Lübnan’ın bir idarî birim olarak belirlenmesi ve meselelere bulunacak çözümün de bunu destekleyecek yapıda olması ilke olarak kabul edildi.
Yeni oluşturulmakta olan Lübnan mutasarrıflığı sınırlarına Beyrut’un dahil edilip edilmemesi konusu da görüşüldü ve dahil edilmemesi kararlaştırıldı. Müzakere heyetinin Mayıs 1861’de üzerinde uzlaşma sağladığı taslak metin adı geçen ülkelerin İstanbul’daki büyükelçileri ve Sadrazam Âlî Paşa’nın yer aldığı üst kurula sunuldu. Bu arada Beyrut’ta bulunan Fransız askerleri geri çekildi.
Lübnan yönetimi için son şekli verilen metin (reglement organique) 9 Haziran 1861’de imzalandı ve ardından bir fermanla yürürlüğe kondu.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla ise, Osmanlı Lübnan’ı doğrudan yönetmeye başladı.
Fransız işgali ve yeni sistem
Fransız işgali döneminde Lübnan anayasası, ülkenin siyasi ve iktisadi denetimine Fransa’nın tam olarak hakim olacağı şekilde hazırlanmıştı. Bu çerçevede yapılan anayasa, vatandaşlık hukukundan ziyade din ve mezhepler arası egemenlik dağılımı üzerinde yükseldi.
Fransız manda yönetiminin sona ermesinden sonra ülkedeki siyasi sistem, 1943 yılında üzerinde uzlaşılan (yazılı olmayan) Ulusal Pakt doğrultusunda kuruldu.
Bu sistemde Cumhurbaşkanlığı makamı Maruni Hristiyanlara tahsis edilirken, Başbakanlık Sünni, Parlamento Başkanlığı ise Şii kesime verildi. Parlamento, Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında 6/5 oranında bölüştürüldü. Bu sistemdeki en geniş yetki cumhurbaşkanının elindeydi.
Lübnan’ın çok unsurlu dini ve etnik yapısında Sünni, Şii, Alevi ve Dürziler Müslüman kesimi oluştururken, Hristiyan kesim Maruni, Rum Katolik, Ermeni Ortodoks, Ermeni Katolik, Süryani Ortodoks, Süryani Katolik, Keldani, Aşuri, Kıpti Ortodoks ve Kıpti Katolik gibi mezheplerden meydana geliyor.
Din ve mezheplere dayalı sistem siyasi istikrar getiremedi
Klasik siyaset bilimi tanımlarındaki sınıflandırılmalara uymayan nevi şahsına münhasır bu siyasi yapı Lübnan’a istikrarı getiremedi.
Bunun nedenlerinden biri Müslüman nüfusun Hristiyan nüfusa oranla daha hızlı artmasıydı. Müslüman cemaat liderleri Cumhurbaşkanlığının ve dolayısıyla nihai iktidarın Hristiyanların elinde olduğu bir sisteme karşı çıkmaya başladı.
Bir başka sorun ise 1948’de İsrail’in kurulmasından sonra Filistinli sığınmacıların Lübnan’a akın etmesiyle baş gösterdi. Filistin Kurtuluş Örgütünün (FKÖ) Lübnan’ın içinde artan gücü, Hristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki ilişkileri gerginleştirdi. Bu sorun dini gruplar arasında bölünmeye yol açtığı gibi aynı zamanda siyasi anlamda cepheleşmelere de neden oldu.
Artan gerginlik sonucu 1975 yılında ülke iç savaşa sürüklendi. 15 yıl süren bu savaş, Suudi Arabistan’ın Taif kentinde varılan anlaşmayla sona erdi.
İç savaştan sonra siyasi sistem Taif Anlaşması ile güncellendi.
Bu gerginliğin etkisiyle 1975’te başlayan ve 15 yıl süren iç savaşı bitirme girişimleriyle Lübnan’daki siyasi sistemde bazı değişiklikler yapıldı.
22 Ekim 1989’da Suudi Arabistan’ın Taif kentinde imzalanan anlaşmayla savaşan Lübnanlı aktörler parlamentonun Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında 6/5 oranı yerine yarı yarıya bölüştürülmesini kabul etti.
Hristiyanların elinde olan Cumhurbaşkanlığı makamının yetkileri de önemli ölçüde azaltıldı. Bu yetkilerin bir kısmı Sünni başbakanın liderliğindeki kabineye devredildi.
1990’un ağustos ayında Lübnan Parlamentosunda yasalaşan Taif Anlaşması doğrultusunda, 1943’teki bağımsızlıkta uygulamaya konulan anayasada ilk temel değişiklik yapıldı. Böylece bugüne dek geçerliliğini koruyan yeni anayasa kararlaştırıldı.
Ancak Taif Anlaşması’nda hayata geçirilemeyen bazı maddeler de oldu. Lübnan’da reform yapılması ve savaş sırasında barışın tesis edilmesi için Lübnan’a giren Suriye ordusunun ülkeden çıkması için oluşturulan çerçeve planlandığı gibi işlemedi.
Mayıs 1991’de Lübnan ordusu kurulduktan sonra ülkedeki tüm milisler anlaşma doğrultusunda silahını bırakırken Hizbullah silahı bırakmayan tek taraf oldu.
Savaş sırasında barışın tesisi için Lübnan’a giren Suriye ordusu da Taif Anlaşması’nın öngördüğünün aksine ülkeden çıkmadı.
1991’de savaşın sona ermesinin ardından göreceli olarak istikrara kavuşan Lübnan’da hem Hizbullah’ın silahı hem Suriye ordusunun varlığı siyasi aktörler arasında gerilim kaynağı olmaya devam etti.
Taif Anlaşması’nın öngördüğü reformların çok az bir kısmı hayata geçirilirken, ülkedeki mezhepçi bölüşmelere dayalı siyasi sistem, birlik ve berberlik duygusunun gelişmesinin önüne geçti. Devlet kurumlarında ise yolsuzluk yüksek düzeye ulaştı.
Cemaatin kimliği Lübnan kimliğinin önüne geçiyor
Lübnan’ın siyasal yapısı zayıf ve yapay, sosyal yapı da oldukça karmaşık. Zaman zaman birbiriyle çatışan etnik ve dini grupları bir arada tutabilecek meşru ve güçlü bir devlet çatısı oluşturulamadı.
Cemaatçi toplum kurgusu, güçlü bir Lübnan kimliğinin oluşmasını engelledi. Siyasal niteliği olan her işin cemaat kotasına bağlanmak zorunda olması parçalı yapıyı gittikçe derinleştirdi.
Lübnan’daki tek milli kurum Lübnan ordusu. Ancak bu ordunun gücü çok sınırlı. Öyle ki, ordunun ülkedeki silahlı milislerle kıyaslandığında onlarla eşit hatta belki daha zayıf imkânlara sahip olduğunu söylemek mümkün.
Dış müdahalelerin gölgesinde iç bölünmüşlük derinleşti
Fransa, 18’inci yüzyıldan itibaren Avrupa Devletleri’nin Osmanlı’nın iç işlerine müdahale etmek için kullandığı “Şark Meselesi”nin en büyük aktörlerinden biriydi.
Geçmişte, doğu Hristiyanlarını koruma bahanesiyle etki alalını genişletmek isteyen Fransa, politikasında herhangi bir değişime gitmiş değil.
Fransız kralları tarafından Roma’da inşa edilen Saint-Louis-des-Français kilisesi önünde basın mensuplarına konuşan eski Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın Papa Fransciscus ile görüşmesindeki ana maddelerden biri Ortadoğu’daki Hristiyanlardı. Papa ile Fransa’nın Doğu Hristiyanları konusunda “aynı misyon doğrultusunda hareket ettiğini” ifaden Hollande, Fransa’nın “Doğu Hristiyanlarının en büyük hamilerinden biri olduğuna” vurgu yaptı.
“Onların ne tür eziyetler çektiklerini biliyoruz. Hristiyanlar Ortadoğu için vazgeçilmez ve bölgenin dengesine katkı sağlamakta. Ortadoğu’da yaşanan krizde Hristiyanlar unutulmasın diye Papa ve Fransa büyük çaba sarf ediyor”
Fransa’nın son hamlesi, başkent Beyrut’ta yaşanan büyük patlamanın ardından geldi.
Lübnan hükümeti, 4 Ağustos 2020’de Beyrut Limanı’nda meydana gelen patlamanın ardından tepkiler üzerine istifa etti.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron da 6 Ağustos ve 1 Eylül 2020’de Lübnan’ı ziyaret etti ve hükümetin kurulması için girişimde bulundu. Ancak ülke içi anlaşmazlıklar nedeniyle hükümet kurulamazken Fransa’nın girişimi de başarıya ulaşamadı.
Macron, Lübnan’a gerçekleştirdiği ikinci ziyaretini tehditkâr sözlerle sonlandırdı:
“Yetkililer, ekim ayının sonuna kadar bir ilerleme kaydetmezse sonuçları ve cezaları üstleniriz. Lübnan makamları bir şey yapmazsa uluslararası toplumun mali yardımlarının önü açılmayacaktır.”
İran uzantısı: Hizbullah
Ayetullah Humeyni liderliğinde Şah rejimine karşı yapılan İran İslam Devrimi’nin “Devrim ihracı” politikasının gölgesinin düştüğü ülkelerden birisi de Lübnan’dı.
Lübnan iç savaşının ile İran İslam Devrimi’ne senkronize şekilde gelişmesi, ülkedeki Şii grupları öngörülemeyen bir geleceğe doğru sürüklemeye başladı.
Emel Hareketinden ayrılarak İran’ı doğrudan üst makam olarak kabul eden, hem Lübnan’da hem de bölgedeki diğer ülkelerde gücünü hissettiren, Lübnan’da belirgin bir siyasi aktör olan Hizbullah, İran’ın ülkedeki etki aracı olarak görülüyor.
Hizbullah’ın Vilayet-i Fakih olarak gördüğü Ayetullah Humeyni’nin emirlerine bağlı olduğu biliniyor.
Zaten Hizbullah’ın resmi sitesi moqawama’de de bu durum deklare ediliyor. Site de liderler bölümünde ilk başta Ayetullah Humeyni zikrediliyor.
İran İslami Devrimi’nin lideri Ayetullah Humeyni’yi en yüksek dini merci kabul eden Hizbullah, genel sekreterini de Humeyni’nin Lübnan’daki vekili olarak kabul ediyor.
İdeolojik olarak İran lideri Humeyni’ye bağlı olan Hizbullah, siyasi ve askeri olarak da İran Devrim Muhafızlarından destek alıyor.
Hâlihazırda Hizbullah, meclisteki en büyük gruplardan birini oluşturuyor. Ülkede hükümet kurulması, reform çabaları ve askeri konular başta olmak üzere birçok konuda, hükümet ile ayrışıyor.
Örneğin Yemen’de Suudi Arabistan’a karşı savaşan Husiler ile Hizbullar arasına yakın ilişkiler bulunuyor. Hem Nasrallah hem de diğer Hizbullah liderleri konuşmalarında sık sık Husilere atıfta bulunuyor, destek açıklaması yapıyor.
Zaten son krizin ana sebebi de bu. Enformasyon Bakanı George Kardahi’nin Suudi Arabistan’ı eleştiren ifadelerinin ardından Suudi Arabistan Beyrut’taki büyükelçisini geri çekti, Lübnan Büyükelçisi’ne de ülkeden ayrılması için 48 saat süre tanıdı.
Suudi Arabistan’ı Baheyn ve Kuveyt izledi..
Peki, Suudi Arabistan ile Lübnan arasında gerilen ilişkilerin sebebi Kardahi mi?
Bu soruya kolayca “Evet” yanıtını vermek zor. Zira iki ülke arasındaki ilişkiler, uzun bir süredir gergin.
Takvim yaprakları 4 Kasım 2017’yi gösterdiğinde dönemin Lübnan Başbakanı Saad Hariri, Suudi Arabistan’da bir kanalın canlı yayınında istifa ettiğini duyurdu.
Hariri konuşmasında, Hizbullah ve İran’ı bölgeyi istikrarsızlaştırmakla suçladı.
Ancak Hariri’nin istifa açıklaması ay sonunda rafa kalktı. Bu kez bir Fransız kanalına konuşan Başbakan görevinin başında olduğunu söyledi.
“Lübnan’ın görev başındaki başbakanıyım. Lübnan Başbakanı olarak görevimi sürdürmek istiyorum. İstifa kararı alarak pozitif bir şok yaratmak istedim. Lübnan halkına büyük bir sorunumuzun olduğunu bildirmek amacıyla bu şok istifa kararını aldım. Suudi Arabistan’da olanlar hakkında değerlendirmede bulunmayacağım.”
Hariri’nin istifa etmesi ve Suudi Arabistan’daki günleriyle ilgili birçok iddia ortaya atıldı.
Ancak uzmanlar, Hariri’nin istifa açıklaması ile Kardahi’nin sözlerine verilen tepkinin, Suudi Arabistan’ın Lübnan’da uzun bir süredir İran etkisinden duyduğu rahatsızlığı gösterdiğini söylüyor.
Lübnan’ın Sünni lideri Saad Hariri’nin 2017’de Riyad’da alıkonulduğu iddialarından sonra uğradığı maddi ve manevi yıpranmışlık seçim sonuçlarına doğrudan yansıdı. 2018’de düzenlenen seçimlerde parlamentodaki sandalyelerinin 3’te 1’ini kaybeden Hariri, gittikçe Şii Hizbullah ve müttefiki Maruni Hristiyan lider Mişel Avn’ın partisine karşı güç kaybetti.
Lübnan iç siyasetine yansıyan İran-Suudi Arabistan çekişmesi, ülkedeki bölünmüşlüğü derinleştirip uzlaşma zeminini gittikçe daraltıyor.