Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren hem hammadde kaynağı hem de ihracat pazarı olarak Afrika, Japonya dış politikasının en önemli sac ayaklarından birini oluşturuyor.
Geçtiğimiz günlerde Tunus’ta düzenlenen “8. Tokyo Uluslararası Afrika Kalkınma Konferansı”, gözleri bir aktör olarak Japonya’nın bölgedeki faaliyetlerine çevirdi.
Öyle ki Asya ülkesi, Afrika’nın kalkınması için gelecek üç yılda kullanılmak üzere 30 milyar dolarlık bir finansmanı onayladığını 48 ülke yetkilisinin katıldığı konferansta duyurdu.
Peki, Japonya için Afrika ne ifade ediyor?
Bu sorunun cevabını verebilmek için Japonya-Afrika ilişkilerine kısaca bir göz atmak gerekiyor.
Esasen 19’uncu yüzyılın başlarında başlayan Japonya-Afrika diplomatik münasebetleri, 2’nci dünya savaşı sonrasında sömürgeci güçlerden bağımsızlıklarını kazanan yeni Afrika devletlerine karşı Japonya’nın kayıtsız kalması nedeniyle yeni bir döneme giremedi.
Bu durum, 2’nci Dünya Savaşı’ndan büyük bir hasarla çıkan Japonya’nın ABD çizgisinde yürütmeye çalıştığı politikadan kaynaklanıyordu. Pasif olarak nitelendirilebilecek bu politika, 1961 yılında Dışişleri Bakanlığında Afrika biriminin kurulmasına kadar devam etti.
Bu dönemde Afrika’dan Japonya’ya gerçekleştirilen ziyaretler karşılık bulamamış, kıtaya ilk resmi ziyaret dönemin Dışişleri Bakanı Toshio Shimura tarafından 1974 yılında yapıldı.
1973 petrol krizi: Afrika’nın önemi
Askeri harcamalarını neredeyse tamamen kesen Japonya, ana politikasını ekonomik kalkınma üzerine bina etti. Hatta stratejik müttefiki olan ABD’nin zaman zaman gündeme getirdiği askeri harcamalarını artırma talebine rağmen, tüm motivasyonunu ekonomi ve kalkınma konularına kanalize ederek kısa zamanda önemli bir ekonomik ve teknolojik güç haline geldi.
Ancak, hızla gelişen Japon ekonomisi büyük miktarlarda enerjiye ihtiyaç duyuyordu ve bu enerjinin büyük bir kısmı Ortadoğu’dan tedarik ediliyordu.
1973 İsrail-Arap savaşlarında ABD’nin koşulsuz olarak İsrail’in yanında yer alması, büyük bir petrol üreticisi olan Suudi Arabistan’da tepkilere yol açtı ve dünyanın en büyük enerji buhranının yaşanmasına yol açtı. Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz bin Faysal, petrol ambargosunu başlattı. Esasen Batı’ya uygulanan bu ambargodan en çok etkilenen ülke kuşkusuz Japonya’ydı.
İşte bu enerji buhranı, zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip Afrika’yı Japonya’ya tekrar hatırlattı.
Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi Afrika Enstitüsü Eş-Direktörü Dr. Huriye Yıldırım Çinar, Japonya’nın bu dönemde yaptığı Afrika açılımının iki ana ilke çerçevesinde şekillendiğini belirtiyor.
1) Seikei Bunri: Ekonomi ve siyaseti birbirinden ayırmak.
2) Yoshida İlkesi: Dış politikada ekonomik kalkınmayı öncelikli amaç olarak görüp diplomaside siyasi konulara görece daha yer vermek.
Japonya, artan enerji ihtiyacı için önemli bir kaynak olarak gördüğü Afrika’yla ilişkilerini de ekonomi perspektifine göre şekillendirme yoluna gitti. Hızla gelişen sanayisi için hammadde ve pazar ihtiyacı açısından büyük önem arz atfettiği kimi Afrika ülkelerine başta kalkınma ve insani yardım konularında olmak üzere büyük kaynaklar aktardı.
Öyle ki 1989 yılına gelindiğinde Japonya Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ülkeleri içinde Sahraaltı Afrika’ya kaynak aktaran en büyük üçüncü ülke oldu.
Öte yandan Japonya, petrol krizi sonrasında Afrika ile ilişkilerini sadece ikili ilişkiler bağlamında değil Afrika Birliği Örgütü ve Afrika Kalkınma Bankası gibi çok taraflı mekanizmalar üzerinden de geliştirmeye çalıştı. Bu nedenle Japonya, 1983 yılında katıldığı Afrika Kalkınma Bankasının kısa zamanda en büyük finansörlerinden biri oldu.
Diğer yandan Japonya, hem hammadde hem de pazar arayışında yardımları araçsallaştırdı. Bunu resmi yardımların yapıldığı ülkelere bakarak anlamak mümkün. Japon yardımlarından en çok pay alan ülkeler temelde bu ihtiyaçlara göre belirlendi. Japon endüstrisi için zengin krom yataklarına sahip Güney Afrika, fosfat zengini Fas ve bakır kaynaklarına sahip Zambiya gibi ülkeler ile Japon ihracatı için pazar teşkil edecek Güney Afrika, Kenya, Mısır ve Gana yardımlarda önceliklendirilen ülkelerdi.
Dr. Çinar’a göre, Japonya, dış politikasının önemli ilkeleri olan “Seikei bunri” ve “Yoshida İlkesi” bağlamında Afrika’da siyasi ve güvenlikle ilgili konularda çok fazla etkinlik göstermedi.
“Ancak Japonya dış politikada güvenlikle ilgili konularda ekonomik büyüme ve kalkınma ile kolektif güvenliğin sağlanabileceğini sık sık vurguladı. Bu tutuma paralel olarak da Afrika’da barış ve istikrarının sağlanabilmesi için Afrika Birliği Barış Fonuna katkıda bulundu.”
Asya’dan Afrika’ya.. Çin-Japon rekabeti
Asya’nın iki rakip gücü Japonya ile Çin, özellikle 19’uncu yüzyılın sonları ile 20’inci yüzyılın başlarında mücadelelerini Afrika’ya taşıdı. Öyle ki, iki Asyalı güç arasında 2000’li yıllardan itibaren artan mücadeleyi hem ekonomik hem de siyasi olarak, Çin’in kazandığını söylemek mümkün.
Ancak Japonya politika yapıcıları, özellikle ekonomik alanda Afrika kıtasında Çin nüfuzuna karşı meydan okumaya çalışıyor.
Çin ve Japonya’nın Afrika kıtasındaki rekabetine en somut örnek, 2014 yılında Japon Dışişleri Bakanı 2-9 Ocak 2014 tarihlerinde Fildişi Sahilleri, Etiyopya ve Mozambik’e büyük bir heyetle seyahat gerçekleştirirken, Çin Dışişleri Bakanı da 7-11 Ocak 2014 tarihlerinde Gana, Senegal, Cibuti ve Etiyopya’yı ziyaret etti.
Birçok bölge uzmanı, gerçekleştirilen ziyaretler ve yapılan görüşmelerin iki güç arasında Afrika’da devam eden güç mücadelesinin önemli örneklerinden birini teşkil ettiğini belirtiyor.
Zirve mücadelesi
Afrika kıtasında Japon-Çin rekabetinin gözlemlenebileceği bir diğer durum ise Tokyo Uluslararası Afrika Kalkınma Konferansı (TİCAD) ve Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAD) zirveleridir.
Özellikle geçtiğimiz günlerde Japonya tarafından Tunus’ta gerçekleştirilen 8.TİCAD zirvesinde de Çin’in Afrika’daki varlığına yönelik doğrudan ve dolaylı birçok eleştiri yapıldı. Hatta, konferansta sıklıkla Çin’in Afrika’daki varlığını Kuşak Yol Projesini güçlendirmeye yönelik kısmi yardım programları ve borç diplomasisi üzerine tesis ettiğini ve bu yüzden neokolonyal bir sömürü yöntemi izlediği dile getirildi.
Japonya’nın 1993 yılında kurduğu ve Afrika ile ilişkilerinde önemli bir kurumu olan TICAD, Çin’in 2000 yılından itibaren düzenlediği FOCAC zirvelerinin gölgesinde kaldı. Çin kısa zaman içerisinde bölgedeki en önemli ekonomik aktör olmayı başardı.
Öyle ki Çin in 2021 yılında COVID-19 pandemisi etkilerine rağmen Afrika ile ilişki ilişkilerinin hacmi 254 milyar dolar seviyesine ulaştı. Buna karşın Japonya’nın 2020 verilerinde ise Afrika ülkeleriyle ikili ticaret hacmi yaklaşık olarak 17 milyar dolar.
Dr. Çinar, Japonya’nın Çin ile Afrika’da ticari alanda rekabet edebilme potansiyelinin kısa projeksiyonda oldukça düşük olduğunu belirterek, sözlerini şöyle sürdürüyor;
“Ancak bu Japonya ve Çin’in Afrika kıtasında rekabet etmediği manasına da gelmiyor. Çünkü Japonya bölgesel bir rakip olarak gördüğü Çin’in gücünün kırılmasını önemsiyor. Bu bağlamda Çin’in hızla yükseldiği Afrika kıtası Japon dış politika yapıcılarının büyük bir hassasiyetle takip ettiği bölgelerden birisidir”
Öte yandan iki önemli Asyalı gücün kıtaya bakışında bazı temel farklılıklar bulunuyor. Çin, Afrika’da sadece ekonomik çıkarlarını değil diğer yandan siyasi konularda da kendisini destekleyecek aktörlerle ilişkiler geliştirmeyi de önemsiyor.
Dr. Çinar, bu durumu bir örnekle açıklıyor;
“Örneğin Pekin Hükümeti’nin uluslararası alanda Tayvan’ın siyasi tanınmasını önlemek için verdiği çabalar Afrika’da da sürdürülmüş, birçok Afrika ülkesi Tayvan ile diplomatik bağlarını Çin’in girişimleri sonrasında kesti.”
Japonya’dan Afrika’ya: 30 milyar dolar
Kuzey Afrika ülkesi Tunus’un ev sahipliğinde 27-28 Ağustos 2022 tarihlerinde düzenlenen 8. Tokyo Uluslararası Afrika Kalkınma Konferansı (TICAD) başkent Tunus’taki Konferanslar Sarayı’nda 48 ülkeden yetkililer, iş adamları, uluslararası kuruluşlar ve liderler katıldı.
Japonya, Afrika ülkeleriyle geliştirdiği ilişkileri “birlikte büyüme” (grow together) sloganıyla anlatıyor.
8. TICAD konferansında da Afrika’ya özel ve kamu sektörlerine yönelik olarak 30 milyar dolarlık yatırım ve önümüzdeki 3 yılda 300 bin Afrikalının çeşitli sektörlere yönelik eğitilmesine yönelik projeler geliştirileceği ilan edildi.
Ayrıca Rusya-Ukrayna Savaşı sonrası oldukça kritik bir hal alan gıda krizine yönelik de 130 milyon dolarlık bir gıda yardımından bahsedildi.
8. TICAD’ı TRT Haber’e değerlendiren Afrika Enstitüsü Eş-Direktörü Dr. Huriye Yıldırım Çinar, konferansın ana gündeminin sağlık, insani güvenlik ve sürdürülebilir partnerlik olduğunu belirterek, küresel düzeyde yaşanan gelişmelerinse gerçek gündem olduğunu söylüyor
“Arka planda Japonların ana odağının, hali hazırda küresel alanda var olan enerji krizinden oldukça az hasarla çıkmak olduğunu söylemek mümkün. Bu nedenle 2 günlük konferans boyunca Sojitz Corp, Mitsubishi, Jogmec, Toyota ve Toshiba gibi şirketlerin Afrikalı şirketlerle enerji alanında önemli anlaşmalar imzalandı.”
Sonuç olarak, 20’inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Afrika’yı hem hammadde kaynağı hem de ihracat pazarı olarak gören Japonya, 1973 büyük enerji buhranında olduğu gibi bugün de yaşanan enerji krizlerine karşı Afrika ile çözüm bulmaya çalışıyor.
Büyük enerji ithalatçısı ülke, özellikle LNG alabileceği Afrika ülkelerine resmi yardımlarını da artıyor. Buna rağmen, ekonomik, siyasi ve askeri olarak kıtada her geçen gün varlığını artıran Çin’e karşı Japonya’nın yürüttüğü yumuşak güç çalışmalarının çok etkisinin olmadığı biliniyor.
Her ne kadar, 2011 yılında Cibuti’de kurulan Japonya’nın ilk denizaşırı askeri üssü olma özelliğini taşıyan yapılanmanın stratejik önemi büyük olsa da, başta anayasası olmak üzere Japonya’nın önünde bu konuda alması gereken oldukça yol bulunuyor.