Toplumlar kendiliğinden oluşmadığına göre, top-lu-m (cem-cami-cuma-cemaat) kelimesi, hem günlük hem bütün yaşamımızda önemli…
Toplumu bir arada tutmak için de gerekçeler gerek. Bu gerekçe, kabul edilmiş, yaşanılmış olunca, birlik bağlarını, dirliği de önemli ve etken kılmıştır.
Toplumu ayakta tutan unsurlardan örf-âdetler etken olunca, doğum-düğün-ölüm, yeme-içme-eğlenme bu günlerin birleştiricisi olarak görülür… Acılar, AĞIDI, neşeli anlar TÜRK’Ü ve türküyü, bireysel duygulanmalar ŞARKIYI etken kılmış, herkesi bu üç unsurla kendi olmaya yöneltmiştir…
Ağıt toplumu olunca, Bizde şiirlerin, gazellerin, ezgili “gazele” dönüşerek, okunması Osmanlı’nın İstanbul’a hakim olan Farsça şiir kültüründen sonra Fuzuli, Baki, Nedim, Nabi, Şeyh Galip’in şiir yazma türü olan “gazellerden” çıkmış; Arapça ezgili ezan okuma ödüllü, ilahi tarzından doğduğunu yorumlamak mümkün…
Şiirlerin içinde türkü tarzını andıran gazel tarzı etkin olunca, bizdeki duygulanmalar, yerini acılı söyleyişe bırakmıştır… “Türkü” kavramı, Âşık Veysel’in tanımında yer alan “Türk’üz, türkü çağırırız” söylemi daha çok Cumhuriyet sonrasıyla etkinleşmişler.
Türküdeki toplumsallık, halka hitap ediş tarzı çok etkinmiş gibi görünmesine rağmen, İstanbul’daki saray kültürünün gazel ağızlı ağırlıklı söyleşimi, ŞARKIDAKİ gibi, şahsın kendisine hitap eden zarafet ve estetiğini yakalayamamıştır…
Edebiyatımızı genel olarak bölümlediğimizde ortaya çıkan Sözlü Edebiyat’tan alabildiğince nasiplenen Türk insanı, Yazılı Edebiyat söylemini ve uygulamasını bir türlü anlayamamış-anlatılmamış; bir nevi İslâm’ın güzelliği ve özelliğini tanımamıza etken gibi görülen Arap alfabesi (elifba-sı) ve arkasından gelen Araplaştırılma kültürü yanlış anlayış içinde “yazılı kültüre” geçmemizi engellemiş, yüzyıllarca “konuşulup yazılamayan, yazılıp da konuşulmayan, dil yapımız, kendi özümüzden gelen alfabeyi kullanamadığımız için bizleri yazılı ifadeden soğutmuş olabilir…
Her gittiğimiz coğrafyada o coğrafyanın alfabesini alma özelliğimiz, başka milletlerde olmayacak kadar fazladır… Bunu, gittiği yere uyum sağlama gibi yorumlasak da bu, kendimiz olmayı dil ve anlatım açıdan etkin olmamızı engellemiştir…
“Türkü yereldir, ait olduğu bir yer vardır ve bu bölgenin acılarını, sevinçlerini, tarihini dahi anlatabilir bazen bestesinin bile kime ait olduğu ve ne zaman yazıldığı da bilinmez anonimdir, asırlar boyu unutulmaz, ayrıca ticari amaç da gütmez. Şarkı ise ulusaldır hatta evrenseldir, diyebiliriz. Ömrü çok uzun sayılmaz, ticari amaç güdülür.
Edebiyattaki şarkı, saray edebiyatımızdan olup aruz ölçüsü ile yazılıyor, bestelenebiliyor. Türkü ise halk edebiyatından; hece ölçüsü ile yazılıyor, ezgiyle söyleniyor. Aruz doğudan kültür transferi, hece ise öz kültürümüz. Neticede her ikisinde de iyi eser vermiş şairlerimiz var.” http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=131662
“Ağıt, genellikle bir ölümün ya da acı, üzücü bir olayın ardından söylenen halk türküsü. doğal afet‘ler, ölüm, hastalık gibi çaresizlikler karşısında korku, heyecan, üzüntü, isyan gibi duyguları ifade eden ezgili sözlerdir. Ağıt söylemeye ağıt yakma, ağıt söyleyenlere ise ağıtçı denir. Ağıtın İslamiyet öncesi Türk edebiyatındaki adı sagudur ve yuğ adı verilen cenaze törenlerinde okunur; divan edebiyatındaki adı ise mersiyedir.
Türklerde ağıt geleneği çok eskidir. Anadolu’nun hemen her yerinde söylenir. Ağıtlar yarı anonim folklor ürünleri arasında da sayılabilir. Türkçede 7, 8 ve 10 heceli ağıtlar yaygındır. En çok rastlanılanı 8 hecelilerdir. Gösteri bölümüyle tiyatro, söyleniş biçimiyle şiirseldir.
Ağıtlar türkü ve destanla yakın ilişki içindedir. Erkeklerin söylediği ağıtlar varsa da ağıtları daha çok kadınlar söyler.” https://tr.wikipedia.org/wiki/A%C4%9F%C4%B1t#:~:text=A%C4%9F%C4%B1t
Ağıt,
Türkçede ağlamak fiili ile doğrudan bağlantılı olan ağıt; İngilizcede de “mourning
song, elegy” gibi acılı bir vakayı ifade eden “yas müziği” gibi yine ağlamayı çağrıştıran
ölüm hadisesi ile doğrudan ilgilidir. Ağıt, Almancada da ağlamak sözcüğü “weinen” ile Fransızcada ise ağlamakla doğrudan ilgili olan “pleur” sözcüğü ile ifade edilmektedir. Ağıt, Arapçada “mersiye” ,Farsçada ise “nuhan veya mersiye” sözcükleriyle
tanımlanmakta olup bu sözcükler de doğrudan ölüm ve ölen hakkında söylenen lirik
manzum eserlerle ilgilidir.
Ağıtlar cenaze şarkıları, ölüm methiyeleri, cenazeye ait balatlar, ritmik şekillerle yapılan figanlar, ölüm döşeği şarkıları gibi hepsi de ağlamayla İlgilidir.” ( Merdan Güven,folklor/edebiyat, cilt:19, sayı:75, 2013/3)
Ağıt yakmalar bizde, ağıtla ağlamalar bizde, ağıt söyleyiciler bizde, taziye evlerini ağıt evlerine dönüştürmek bizde…!?
Ağıtlar,
Duygusallığın ıstırabını temsil eden son sınırı olsa gerek !?… Ağıtlar, günlük enerjimizi düşürmekte, üretim gücümüzü azaltmaktadır…
Çözüm olarak diyoruz ki;
Ağıt yakmasını, ağıt dinlemesini bıraksak da bu ağıtlara sebep olup bizleri güçsüz-dengesiz bırakan unsurları irdeleyip kendimize bir dönsek iyi olmaz mı?…
Hz. Peygamberin bir sözüyle;
“Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.” (Câmiu’s-Sagîr, II/12, Hadis No:1201)
Ağıtsız günlerimizin bol olması dileğiyle, Ramazan sofranızdan bereket, bedeninizden sağlık eksik olmasın !…
SEVGİLER…